Yıllar yıllar önce bir dost tavsiyesiyle aldığım; ancak kütüphanemin okunması gerekenler kısmında kendi halinde yıllanmaya bıraktığım Schopenhauer’a takıldı gözüm. Şöyle üstten üstten bir göz gezdirdim. Bölüm bölüm ayrılmış mı yoksa bir çırpıda okunsun diye bir solukta yazılan tek bir bölümden mi oluşuyor diye. İkisi de değilmiş. Birkaç bölüm ve birbirinden bağımsız okunması hiçbir anlam ifade etmeyecek uzun paragraflar bana güldü. Gerçek sorumluluklarımızdan kaçarken oyalandığımız yalancı bir sorumluluk için kuvvetli bir aday değildi kendisi. Yine de kendimizi gereksiz şeylere zaman ayırmakla suçladığımızda hissettiğimiz o yılgın rahatsızlık yanımdan teğet geçsin diye başladım okumaya. Birkaç sayfayı henüz bitirmişken yılgın rahatsızlığım hafiflemeye başladı. O an anladım! Schopenhauer’in neden yıllarca o kütüphanenin sağ tarafında beklediğini. E malumunuz bu işler nasip işi. Diğer pek çok işler gibi. Buna gönülden inanıyorum biliyor musunuz? Hayatta herşeyin bir zamanı olduğuna ve süregelen olayların hep birbiriyle ilintili olduğuna, Afrika’da kanat çırpan bir kelebeğin, Amerika’da fırtına yaratabileceğine... Yok yok şaka yaptım yahu! O kadar da değil. Ama Amerika’da tıksıran bir bürokratın, Türkiye’de pek çok insanı dizanteri yapabileceğine inanıyor olabilirim. Gelin görün ki; bununla avunuyor da olabilirim. Değiştirmek istediği şeyler karşısında cesareti kırılan herkes gibi gücümün yetmeyeceği fikriyle kendimi avutup, sağ kulağımın üzerine yatıyor olabilirim. Ve böyle yaptığımda beni hiç kimse suçlamaz. Çünkü herkes alıştı artık gelişine yaşamaya. Kimi kopacak kıyameti bekleyerek, kimi üç kuruşluk heveslerine yeni bir meblağ biçerek, kimi de komplekslerini başkalarının üzerine adeta dikerek bir ömrü nihayete erdirmeyi bekliyor. Oysa hayat dediğimiz bu rüya tüm bunlar için fazla uzun kaldığımız bir merhale değil mi? Yaşamak diyorum, gün geçirmek haline geldiğinde azap değil mi?
İçinde bulunduğumuz dönem öyle bir dönem ki hasretini çektiğimiz bütün güzel duyguları elimizin tersiyle aniden itebiliyor, sonra tekrar kazanmak için geri geliyor, mücadele ediyor, aniden vazgeçebilme ihtimalimize rağmen yenik düştüğümüz her savaşı tekrar tekrar başlatmaktan gocunmuyor, sonunda belki de kazanıyoruz. Fakat şu gönlümüz er meydanından bir türlü mutmain ayrılmıyor. Bir türlü içimizdeki esaretten kurtulamıyoruz. Gözümün Schopenhauer’e takılması bu yüzden önemli; çünkü kapağı kaldırır kaldırmaz beni şu başlık karşıladı: ‘İnsan mutluluğunun iki temel düşmanı: Istırap ve Can Sıkıntısı. Kafamın içindeki tilkileri bir kutuya doldurmuş, kendime karşı tutulduğum öfke nöbetlerimden birini henüz tamamlamıştım ya da birine kızmıştım da kafamda onu tokatlamıştım. Çok farkı yok aslında. Öfkenin övgüye değer herhangi bir yanı yok. Gelgelelim Schopenhauer de bu anı bekliyormuş. Dedi ki aniden ‘Keskinlikten yoksun küt bir kafa kural olarak körelmiş duyarlılıklarla, hiçbir his yahut heyecanın etkileyemeyeceği bir ruh haliyle sözün kısası ne kadar büyük yahut korkunç olursa olsun çok fazla acı ya da endişe hissetmeyen bir mizaçla birliktedir.’ Evet, işte bütün gün, buna sinirlenmiştim. Mimiksiz suratlarıyla menfaatlerini kollamaya çalışan hissiz garabetlere kızmıştım. Şimdi de bu cümle çepeçevre sarmıştı beni. Tövbe yarabbi neler oluyordu? Göklerden gelen bir karar mı vardı? Schopenhauer aslında Müslüman mıydı? Annem çorbaya ne katmıştı? Lanet olası Ortadoğulu kafam! İki dakika yanlış batılılaşamaz mıydı? Bu yüzyıl insanlarının en belirgin özelliklerinden biri de bu; komplekslerini umursamazlığın arkasına gizleyince görünmüyor zannediyorlar. Sessizce suratımıza baktıklarında kafalarındaki boşluk da sessizliğe gömülüyor sanıyorlar. Bilmiyorsan sus adam sansınlar diye biten bir söz var ya hani. Kesinlikle doğru. Ben zannediyordum ki bu hissiz insanlar gerçekten o kadar kendilerini aşmışlar ki, bu yüzden tenezzül etmiyorlar tepki vermeye. Meğer ne tepki vereceklerini bilmiyorlarmış. Yaptığım esprilerin komik olmadığını bile düşünmüştüm. Meğer bağlantı kuramıyorlarmış. Alışmışlar yalnızca biri küçük düşünce gülmeye ya da küçük düşmekten o kadar sıkılmışlar ki biri küçük düşse de kurtulsam bu makûs kaderden diyorlarmış. Hayatta en çok kendisiyle eğlenen biriyle karşılaşınca da ne yapacaklarını bilemeyip, sarılıyorlarmış tekrar yüzleşemedikleri komplekslerinin eteğine.
Yeni yüzyıl insanlarına bir lahza seslenmek istiyorum: Öncelikle belirtmek isterim ki zekâ seviyesi ortalamanın üzerindeki herhangi biri sizin bu halinizi tek bakışta anlayabilir. Dolayısıyla bu zırh zannettiğiniz şeyin sizi yaşamaktan alıkoymasına izin vererek geçirdiğiniz her gün aslında kayıp. Kumbarasının delik olduğunun farkında olmayan küçük bir çocuk gibisiniz. Lütfen o kumbaranın yani hayatının yanına yönüne dönüp bir bakın! Delik nerede? Neden dolmuyor bu kumbara? Neden sürekli gizlemek zorunda kalıyorsunuz içinizdekileri? Neden olanca rahatlığıyla açamıyorsunuz kalbinizi kimseye. Dön bak lütfen dostum, delik kalbinde belki de.
Ben böyle minik bir ulusa sesleniş yaparak romantik bir hava yaratmaya çalıştım; ama Schopenhauer teşhisini açıkça ortaya koymuş. ‘İmdi zihinsel körlük ya da kütlüğün temelinde yatan şey ruh boşluğudur(ya da bönlüğüdür)ki bir sürü çehreye damgasını vurmuştur ve kendisini dış dünyadaki bütün lüzumsuz şeylere sürekli ve canlı bir dikkatle ele veren bir zihin durumudur.Bu boşluk can sıkıntısının gerçek kökenidir ve sürekli olarak zihni ve ruhu bir şeyle meşgul etmek için dışarıdan gelen bir uyarıya ihtyaç duyar.’ Schopenhauer’in ruh bönlüğü dediği şey aslında düpedüz az evvel bahsettiğim delik kumbara değil mi sizce de? Hiçbir şey için hemen harekete geçmeyen bu insanların, en popüler olana koşaradım gitmesi bundan değil mi? Bu hafta muadili alışveriş sitelerinde 19,90 TL olan bir kitap koleksiyon serisi adı altında 1881 adet basıldı ve saat 09.05’te piyasaya sürüldü. Muadili 19,90 TL olan herhangi bir şeyin nasıl koleksiyon ürünü olarak nitelendirilebildiğini akıllar almıyor. Fakat önemli olan bu değil bence. Yaldızlı bir kapakla kapitalizme kurban ettiğimiz ilk değer Mustafa Kemal değil. Dedim ya alıştık artık gelişine yaşamaya. Benim dikkatimi celp eden şey; kendisini dış dünyadaki bütün lüzumsuz şeylere sürekli ve canlı bir dikkatle ele veren zihinlerin, dışarıdan bir uyarıcıya mütemadiyen ihtiyaç duyan o zihinlerin kendini meşgul etmek için o kitabı satın alması... Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine’de Schopenhauer’ın şöyle bir cümlesi daha var: ’İnsanların yarenlik için hemcinslerinin, oyalayıcı şeylerini eğlencenin, her türden lüzumsuz lüksün peşine düşmesi esas itibariyle bu deruni ruhsal boşluk (bönlük) nedeniyledir ki çoklarını savurganlığa ve sefalete sürükler. Hiçbirşey böyle bir sefalete karşı deruni zenginlik, ruh zenginliği kadar iyi bir koruma sağlamaz, çünkü o arttıkça sıkıntıya yer kalmaz.’ Söylemiştim değil mi? Gözümün Schopenhauer’a takılması bu yüzden önemli. Dedim ya bu işler nasip işi. Diğer tüm işler gibi. Devam ediyor Schopenhauer: ’Neredeyse her çağda, ister edebiyatta ister sanatta eğer bütünüyle yanlış bir fikir, bir görenek yahut bir tarz revaçta ise onun hayranlık uyandırdığını görürüz. Vasat akıl sahipleri bunları nerede olursa olsun elde edip, hayata geçirmek için mantık sınırlarının ötesinde bir gayret ve çaba sarfederler.’ Düşünsenize o donuk suratlarıyla size değersiz hissettirmeye çalışırken, aynı zamanda bir de popülerin peşinden koşarak aslında size, tam olarak size kendilerini ispat etmeye çalışan bu kompleks kumkumalarının bir diğer özelliği de vasat olmalarıymış. Benzer karakterlere ilişkin Schopenhauer’in bir diğer yorumu da bu vb. özellikler taşıyan insanların birşeyler okurken dahi bunu bir takım zümrelerde bahsedebilecek bir şeyleri olmasını istedikleri için gerçekleştiriyor olmalarıymış. Harika değil mi sizce de? Schopenhauer yani. İçimizden biri değil mi? Görüldüğü üzere; Schopenhauer ile yüzleşmeme de derhal deruni bir anlam yükledim ve yaşadığım şu hayata bir parça daha anlam katmaya niyetlendim. Oku ile başlayan varoluş hayatımın tam olarak 26.yılında Schopenhauer’i rahmetle anıyorum. Ama içimden sorgulamıyor da değilim; yine çok mu açık verdik iki kelam edelim derken? Çok mu gönlümüzü açtık be? Bazen tedirgin oluyorum, genel-geçer kurduğum birkaç cümle ruhsal bönlük yaşayan birinin eline geçecek de sonra döne dolaşa kulağıma gelecek diye. Bazen de fazla mı gevezelik ettik acaba bu yazıda diye korkuyorum. Neyse ki Schopehauer’e göre ‘Bir kitap asla yazarının düşüncelerinin suretinden ve damgasından daha fazla bir şey taşıyamaz. Bu düşüncelerin değeri ya ele aldığı konu veya malzemede ve dolayısıyla üzerine düşündüğü şeyde yada biçimde bir başka söyleyişle malzemesini, dolayısıyla ele aldığı konu üzerine düşündüğünü geliştirme tarzında saklıdır.’ Gördünüz değil mi? Ne yaptım ettim; kendimi de yazar ettim. Şimdi gevezeliğime taktığım maskemle yeni yüzyıl insanlarını karşılayacağım ve mimiksiz suratımla onlara nanik yapacağım. Hem böyle yapınca komplekslerimi de gizledim sanacağım. Hay Allah yaptığım şakalara neredeyse kendim de inanacağım. Galiba üzülmekten bayılacak, bayılmaktan ayılacak, ayılınca kaçacağım. Şimdi onlar düşünsün. Schopenhauer üzülsün.
"Sitemizde köşe yazarı olarak yazı yazan tüm yazarlarımız yazdıkları yazı ve görüşlerden tamamıyla kendileri sorumludur. Köşe yazarlarının yazılarından dolayı İnternethaber Yayıncılık AŞ. (elmaelma.com) hiçbir şekilde yasal sorumluluk kabul etmemektedir."