Soğuktu, kıştı. Bir varmış bir yokmuş ile başlayan tüm masallar unutulmuş, geriye elimizde yalnızlığımız kalmıştı. Yağmur yağmıştı. Sokaklar ıslanmıştı. Güneş batmamıştı. Umduğumuz pek çok şeyi bulamamıştık. Bulduklarımız ise kayıptı. Özlemini çektiğimiz bütün güzel duygular, o en uzak okyanusun o en derin yerinde savruk savruk yüzen binlerce balıktı. Hiçbir şeyin kıymetini bilmiyorduk. Bilen her zaman olduğu gibi yalnızca Halık’tı. Akışına bırakmıştık hayatı. Dört elle sarılmıyorduk. Yakasından tutup da silkeleyerek hesap sormuyorduk kimseye. Soranlara yol gösteriyorduk sadece. Şansımız yaver gitmezse de kayboluyorduk. Zaten biri kaybolmaya görsün, herkes seyyah kesilirdi. Herkesin başka bir yolu olduğundan, herkesin başka birine yol olduğundan ve herkesin başka bir yolcu olduğundan bihaber herkes yol gösterirdi. Çok severlerdi yol göstermeyi. Çok severlerdi akıl vermeyi. En çok da doğru yola iletmeyi... Çünkü onlar da en az bizim kadar bilmiyordu insanın en çok ihtiyacı olan şeyin, üst perdeden konuşan bir üst akıldan ziyade çıkmazlarla karşılaştığında yol olmayı göze alabilecek bir yol arkadaşı olduğunu...
Soğuktu, kıştı, sokaklar ıslanmıştı. İnsanlar aidiyet arayışlarına münasip birer durak bulup rahata ermişken, 92T’ye binip Taksim’e gitmek nereden çıkmıştı? Çıkmıştı işte. Son durağa varınca yol bitecek zannediyorduk. Nereden bilelim çabucak bitmesini istediğimiz o bir saatlik sıkıcı yolun, hiç bitmesin isteyeceğimiz bambaşka bir yola bizi meftun edeceğini... Bilmiyorduk elbette. Yağmur hızlanmıştı. Şemsiyemiz açıktı. Donuyorduk; ama gülüyorduk. Islanıyorduk; ama kızmıyorduk Mikail’e. Oldum olası ayaklarım çok üşürdü. O gün üşümüyordu. İnsan biraz huzur bulunca nasıl da bedeninden sıyrılıp hissizleşiyordu. Nasıl da ayakları yerden kesiliyordu. Nasıl da saçmaya başlıyordu kırık tebessümlerinin topunu birden. Benim ayaklarım kolay kolay kesilmezdi yerden. Yine de bu kez üşümüyordu.
Galatasaray’ın yanından sallanıverdik aşağı doğru. O zamanlar çok trend* sayılabilecek bir mekanın orta yerine oturduk. Kimse yoktu. Acıkmıştık. Şişkoyduk. Az maliyetli çok çeşitli doyurucu menüleri sevmiyorduk lakin. Ne bileyim galiba biraz takıntılıydık. Ne yesek diye baktık menüye. Tatlılı, ekşili abidik kubidik şeyleri çok severim ben. ‘Portakallı tavuk mu yesem?’ dedim. ‘Portakallı tavuk ye çok güzel’ dedi. Söyledim portakallı tavuk; fakat yiyemedim. Çünkü portakal zamanı değildi ve Mersin’de değildik. Ekşi çıkmıştı tavuğun portakalı. Umduğumu bulamamıştım ve bulduğum ekşiydi. Soğuktu, kıştı, yağmur yağmıştı, sokaklarla birlikte biz de olabildiğince ıslanmıştık ve portakal ekşiydi. Kalktık yürüdük caddeye. Daha fazla ıslanacağımızın farkındalığında ve bir o kadar kararsız... Mübarek gündü Perşembe; fakat nereden bulalım biz Taksim’de Selimiye? Daldık Sent Antuan’a.
‘Mum yakacak mısın?’ dedi. ‘Yok dua edeceğim’ dedim. Başladım okumaya içimden. Başını hatırladım da, sonunu hatırlayamadım. Zaten sevdiğim filmlerin de başını kolay hatırlarım da sonunu zor hatırlarım, sevdiğim şarkıların da... Neyse ki internet var. Yazdım google amcaya hemen. ‘Napıyorsun manyak mısın?’ dedi. Cevap vermedim. Hem işte sonunu da hatırlamıştım nihayet. Bir daha unutmayacaktım. Bundan kimsenin haberi yoktu tabi. Haberi olmasına gerek de yoktu. ‘Mum yakacak mısın?’ dedi tekrar. Gel dedim hadi dikelim bir mum. Elektrikli mumlar uğramamıştı daha Sent Antuan’a. Aldım bir mum yaktım ve en köşeye diktim. Hata yaptığını düşünürken saran mahremiyet duygumla birlikte kaldırdım kafamı, baktım çarmıhtaki İsa’ya ve ona dedim ki kimsenin oğlu olmadığını ve ahir zamanda gelip beni kurtarmayacağını biliyorum. Bu mum var ya bu mum öldürdüğüm bütün düşlerin, bütün dogmaların ahiti olsun. Beni unut, bunu unutma. İsa duydu mu dersiniz? Bilmem. Bana duyan yetiyor.
Birkaç muhabbet denemesinden sonra gün bitti. ‘Sence bu gün nasıl geçti?’ dedi. İyi olmayan şeylere iyi demekte çok zorlandığım yaşlardı. Hala zorlanıyorum ama o yaşlarda sonsuz bir çukura düşerdim. Artık kırıcı olmamak için iyi olmayan şeylere iyi derken çukura falan düşmüyorum ve ekliyorum peşisıra sahte iltifatlarımı: ‘Aa ne kadar güzel’. ‘Aa tabiki iyi.’ ‘Aa harika görünüyor.’ Yine de gerçek ve kırıcı olmak sahte ve nazik olmaktan yeğdir çocuk yüreğimde. Yine de bir insanla vakit geçirdikten sonra ‘Sence bu gün nasıl geçti?’ diye sormak fazla nazikti; ama sahte değildi bu defa. Sahte olsa anlardım. Sahte çantaları, sahte pırlantaları ve sahte muhafazakârları tek görüşte tanırım. Yaşımız kemale ermedi diye ahsen-i takvimliğe göz dikmeyeceğimizi mi sanmıştınız yoksa? Fakat o yalnızca nazikti, asla sahte değildi. Etrafımızdaki herkes, bir başkasına değerli olduğunu hissettirmekten bu kadar korkarken, çok da tanımadığı birine ‘Sence bu gün nasıl geçti?’ diye sormak yürek isterdi. İncinmekten korkmuyordu demek. Belki de o kadar incinmişti ki artık canı yanmıyordu. Bense o kadar korkuyordum ki incinmekten. Hala o kadar korkuyorum ki incinmekten. İncitmekten daha çok... Yalan! Kimse incinmekten korktuğu kadar korkmaz incitmekten. ‘İyi bence keyifliydi’ dedim olanca kudretimle. Bir parça samimiyet emaresi görmem yeterli aklımın iplerini salmam için. O an nasıl oldu da kendimi tuttum hayret. Böyle kontrollü davranışlar da aklımın iplerine mi delalet?
İşte böyle bir günde tanıştım Mazhar Olmak’la… ‘Al’ dedi sende kalsın. Bende kaldı birkaç gün. Hemencecik okudum bitti. Mazhar Olmak; Mazhar Alanson’un şarkılarının hikâyelerini yazdığı, fotoğraflarla, çizdiği resimlerle süslediği bir günlük adeta. Eğlenceli cıvıl cıvıl bir şey. Kalbini açıyor sanki harf harf, çizgi çizgi, sayfa sayfa… Şimdilerde pek bulunmuyor kitapçılarda. Bu hafta bir haber çıktı Mazhar Abi hakkında. Demiş ki ‘Yandım Yandım’ı aslında Kâbe için yazdım.’ İnledi sosyal medya. Bir de papağan açıklaması yaptı. Hay Allah. Linç ettiler Mazhar abiyi. Oysa Mazhar Olmak’ta da bahsetmişti bundan. Okumuştum. Soğuktu, kıştı ve yağmur yağmıştı. Portakallı tavuk yemiştim. Aslında yiyememiştim, ekşi çıkmıştı ya hani.
Ben okuduğumda 2011 yılındaydık. Kitap basım yılına baktım şimdi; 2009. Bir önceki sene yazmaya başladığını varsayarsak 2008’den beri aynı şeyi söylüyor zaten adam ki bir parça MFÖ dinlemişliği olan herkes bilir Mazhar Alanson’un bu konudaki duyarlılığını. Sufi’yi hatırlatmama gerek var mı? Dance the dance of sufi sophia? Hey ya hey ya hey ya? Bir denize açılmış sufi, ne sonu var ne sahili. Aşka aşık olmuş o besbelli. Deli mi? Divane mi?
Hem sevdiğine hem Kabe’ye yazmış olamaz mı şarkısını Mazhar Abi? Olabilir ve bu onu lekelemez. Mazhar abi tartışmaya konu şarkısının her dizesini başka başka şehirlerde başka başka sevgililere yazmış bile olabilir. Belki de Mazhar bey yalnızca karar değiştirmiştir. Çünkü bazen insan Kabe’nin kokusunu sevdiğinde duyabilir. Kalbine kepenk indirenlere inanılmaz gelebilir; ancak Mazhar bey bir Bodrum akşamında hayali sevgilisine Kabe’yi anlatabilir. Bir bakarsın Kabe dile gelir ve ona sevgiliyi anlatabilir. Bunların hepsi ihtimal dahilindedir. Aşıklar bilir. Doğru yola iletmek derdine düşüp, yol olmayı beceremeyenler bilemez. Maşallah, bismillah çekerek satış ve pazarlamanın kitabını yazanlar bilemez. Olduğu gibi sevmeyi beceremeyenler bilemez. Ama olduğu gibi sevmek için mücadele edenler bilir. Gökyüzünden güneş toplayanlar bilir. Biçare yol ararken farketmeden yol olanlar bilir. Çünkü yol olmayı öğrenmek de sevdaya dahildir.
"Sitemizde köşe yazarı olarak yazı yazan tüm yazarlarımız yazdıkları yazı ve görüşlerden tamamıyla kendileri sorumludur. Köşe yazarlarının yazılarından dolayı İnternethaber Yayıncılık AŞ. (elmaelma.com) hiçbir şekilde yasal sorumluluk kabul etmemektedir."