Soyunun leğen kemiği ayağa kalktığından beri her bin yıl biraz daha daralmış annenden vaktinden çok önce doğdun... El kadar bebektin... Ne derdini anlatmaya gücün yetti ne bir yere ulaşmaya. Doğadaki neredeyse bütün canlıların aksine, kimse sana bakmasa hayatta kalmaya muktedir değildin. Gözlerin gördü ama beyninin görme merkezi yorumlamayı bilmiyordu daha. Öylece baktın sadece. Şekiller birbirine karıştı. Kulakların daha önce duymadığını düşündüğün, belki de unuttuğun bir lisanı duyu merkezine ısrarla iletti. Bir sonuç alamadın. Belki tanrısal bir güçle sadece niyetleri okuyabildin ama bundan emin değilim. Emin olduğum şeyse şu: bir gizli bildiğin vardı. Bir mucizeydin ama öylece sırtüstü yatıp durdun. Mama elden, süt memeden...
Şimdi baksan en eski dört ya da beş yaşını hatırlarsın. Zaten ondan öncesini kimse bilmez. Bilir de hatırlamaz. Hatta ilk birkaç ay var ki ne olduğu tam bir muamma. Ruhunun, merkezden son güncellemeleri aldığı, şartlarında anlaştığın hayatın tüm detaylarının alt beynine nakşedildiği bir dönemdir bu ama bundan da emin değilim.
Sonra daha önce sık sık bahsettiğim sıralı hedeflerimiz gözlerinin önüne kondu. Bunların en başına hayatta kalmayı yazdılar, sonra ilkokulla başlayıp gidebildiğin yere kadar giden bir eğitim hayatını... (Yıllardır sorgulanıp da bir sonuca varılamamış eğitim hayatını anlatıyorum. Zaman disiplini, sorumluluk sahibi olma, itaat etme ve birkaç temel bilgi dışında ne işe yaradığı tam olarak bilinemeyen, aslında sisteme uygun tek tip insan yaratma gayesini amaç edinmiş, çelişkilerle dolu eğitim hayatını... Bu, uzun yıllardır birçok masaya konu olmuş ama çözümü bulunamamış ya da bulunmak istenmemiş soruna da biraz daha temas etmek istemiyorum.) Sonra büyük çoğunluğumuz için neredeyse ömrün sonuna kadar süren iş hayatı geldi. Ardından yine birçoğumuz için süre gelen yaşama paralel bir yuva kurma telaşı. Sonrası da onun getirdiği yeni hedefler. Çocuk sahibi olanların gayri ihtiyari edindiği yeni hedefler yani. Bu merdivenin basamakları da her insan için belirlenmiş olanlardan farklı değildi elbet. Sadece boynuz kulağı geçsin(!?) diye, aldığımızdan daha iyisini verebilmek adına daha fazla çalışmayı zaruri hale getiren, kendimizden öte, kendimizden ziyade bir amaç. İsteyerek yüklenilmiş bir sorumluluk. Burada, gittikçe uzayan ömrümüzün farkına varamadan bitmesi için edindiğimiz yeni hedeflerden bahsediyorum.
Görülen o ki hayatı klasik düzeninde yaşayanlar, yani okulunu bitirip, işine girip çalışan, çoluk çocuğa karışan insanlar, yaşam amacını aslında çok sorgulayamıyor. Kafasını kaldırtmıyorlar insana çünkü. Ülkemiz şartlarında ortalama bir insan, günde en az 9 saatini işyerinde geçiriyor. İşine gidip gelmesi asgari 2 saatini alıyor. Günde 7 saat uykuyu ideal kabul ettiğimizde, çok iyimser bir hesapla gün içinde insana 6 saat kalıyor. Yeni iş düzeni, taktığı elektronik prangalarla bunun en az bir saatini gasp ediyor. Kalan 5 saat için de hayat, insanın önüne okul taksidi, ev kirası, kredi ödemeleri, faturalar, işyerindeki ayak oyunları, patron baskısı vs. koyduğundan, çalışma günlerini hiç yaşanmamış saymak çok kötümser bir düşünce değil aslında. Geriye ne kalıyor ki zaten. Ne mutlu musun diye soruyor kimse, ne halinden anlayan biri oluyor. Dışarıdan görenler, kuralların içinde kaldığından belki de mesut sanıyor. Halini soran da yalandan soruyor. Böyle böyle bitiyor amacı Tanrı’ya verilmiş sözden 180 derece sapmış hayatlar.
Kendisiyle ilgili hedeflerde yürüyüp de ikincil hedefleri üstlenmeyen yani çoluk çocuğa karışmayanlar için durum sadece biraz daha değişik. Onlar da hayata nispet yaparcasına eğlenmeye abanıyorlar. İş saatinden kısamıyorlar ama uykularından yiyorlar. Daha az sorumluluk, daha az düşünmeyi gerektirdiğinden, işten geri kalanında günün, çalışıp kazandıkları parayı suni eğlencelere yatırıp, iş hayatının zihni yaralayan etkilerinden kurtulmaya çalışıyorlar. Ama bir yerde tıkanıyor hayat, öyle gitmiyor. Her gün birbirini tekrarlayınca, dayanmıyor yürek bu kadar aynılığa. Mutsuzluk kuşatıyor evlerin dört bir yanını. Bütün çıkışları tutulmuş, yamalı bir yalnızlık santim santim ısırıyor ömrün kalanını. Artık günler değil ömrün geçiyor. Arada bir fark var elbet. Anı hissedenin günü, kanıksamış insanın ömrü geçer. Evet ikisi de aynı kapıya çıkar belki. Ancak bıraktığı iz, açtığı yara, kattığı değer başkadır.
Baktığında, başarılmış ve kalan hedefler insanı bir diğerinden farklı kılmıyor. Kim doğrusunu yapıyor diye sorarsan eğer, bana kalırsa kimse ne yaşadığını bilmiyor. Hayatı yaşamıyoruz, tüketiyoruz. Bu da Tanrı’nın kutsal amacını doğrulamıyor. “Yani sonuç olarak ne diyorsun?” diye soruyorsan, unut gitsin kardeşim. Göğsüm daralırken vaktimle birlikte, hiçbir şeyden emin değilim, sadece sorguluyorum.
"Sitemizde köşe yazarı olarak yazı yazan tüm yazarlarımız yazdıkları yazı ve görüşlerden tamamıyla kendileri sorumludur. Köşe yazarlarının yazılarından dolayı İnternethaber Yayıncılık AŞ. (elmaelma.com) hiçbir şekilde yasal sorumluluk kabul etmemektedir."